Bugun...



Nihat Genç yazdı... (29 Nisan 2022)

TRABZONSPOR İLK ŞAMPİYONLUK

facebook-paylas
Tarih: 04-07-2025 22:58

Nihat Genç yazdı... (29 Nisan 2022)

Trabzonspor’un başarılarında şüphesiz bir çok şey unutuldu ya da gözden kaçtı, bunların en başında Beton Mustafa’nın 1972’de Trabzonspor’u çalıştırması gelir. Beton Mustafa çok sert kondüsyon ve antremanıyla bir kısa yılda Trabzonspor’a çok sağlam yapısal bir aşama kaydetmiş, sonraki yıllarında Trabzonspor’un ivme kazanmasında başlangıç noktası olmuştur.

Trabzonsporlular başarılarının hep yerli teknik direktörlerden geldiğini söyleme coşkusuna kapılıp Beton Mustafa’yı çokca ihmal etmiştir!

Trabzon Lisesi’nden Numüne Hastanesi’ne dönerken küçük tarihi bir şadırvan vardır, dile gelse de konuşsa. Hem Lise’nin önünden hem Eski Saha’dan (Yavuz Selim) antreman sonrası futbolcular yıkanmak için gelirdi, hep yanlarındaydık, formalarını yıkayıp sıkarlar ve sonra gazeteye sarar evlerine yürüme dönerlerdi.

Kıyıda köşede kalmış ne çok şey kalmış hafızamda, 2010’lı yıllarda Urfaspor’un kardeş takım ilan edilmesinin asıl sebebi şampiyonluk’un ilk yıllarında Urfa’dan Trabzon’a gelen Urfa taraftarlarına Trabzonlular’ın gösterdiği duygusal büyük sevgidir! Urfalılar’ı stadyumda gördükçe Anadolu’nun takımı olduğumuzun farkına yeni yeni varıyorduk..

1965’deki İdmanocağı-Beşiktaş kupa maçında, açık trübinde su satıyordum. Bu maç bir birinci lig takımını ilk defa amatör bir takımın önce 0-0 sonra İstanbul’da 1-0 yenerek elediği Türk Futbol Tarihi’ndeki ilk maçtır! İdmanocağı’nın başında takım kaptanı ve antrenör olarak Ahmet Suat Özyazıcı vardı! Anlaşılmadı galiba, tekrar edeyim, futbol tarihimizde ilk defa amatör bir takım birinci lig takımını eliyor! Hacıkasım’daki küçücük Ziyabey sahası, Eski Saha ve Trabzon Lisesi’nin ön bahçesi, dile gelse de konuşsa. Toprak zemin kaya parçası gibi düşen kalkamıyor, günde üç-dört kez kıran kırana maçlar!

Ahmet Suat Özyazıcı’nın evi Lütfullah Sokak’ta (şimdi tanjant geçiyor) komşumuzdu, Beşiktaş kupa maçındaki futbol topu hatıra olarak evlerindeydi ve yeğeni mahalleden arkadaşımızdı, gidip o ‘kutsal’ topu elimize alıp, normal bir futbol topu, ama topa bir başka ruhani gözle bakar ve sonra bahçede oynardık!

İkinci lig yıllarında PTT, Adana Demirspor, Düzcespor, Balıkesirspor deplasmanları, bütün şehir transistörlü radyo başında, ya 0-0 aberi gelir, ya 1-0. Hatırlatmak lazım, o yıllarda bu deplasmanlara otobüsle gitmek iki gün sürerdi. Hatırlatmak lazım, Trabzonspor lige çıkıp da düşmeyen tek takımdır.

Bunları da söylemek lazım, aynı bölgenin takımı olmamıza rağmen Giresun, Rize, özellikle Orduspor maçları çok sert geçerdi, ki, yaşanan olaylar iç savaş görüntüsündeydi. Elleri baltalı ve silahlı binlerce insan taraftar otobüslerini önünü keser büyük olaylar çıkardı. Az sayıdaki jandarma ve polis gücünün bu olayları önleyecek gücü olmazdı.. Neden böyleydi? Bu çok sert vahşi olayların tam ortasında bulunmuş biri olarak şunu söyleyebilirim, nereden bakarsak bakalım, fanatizm bir saatten sonra hepimiz için söylüyorum insanların nevrini döndürüp insanlıklarını iptal ettiriyor, taraftarlık saykotik bir delilik halini alıyor ve başka bir boyuta geçiyorsun! Bu ‘trans’ hali anlatabilmek mümkün değil!

Hacıkasım’daki küçücük Ziyabey sahası aynı zamanda kulüp binasıydı, Türkiye’nin tanıyıp çok sevdiği milli şöhretli futbolcularla akşama kadar dev duvarla örülü bu küçük staddaydık. Tek katlıydı ve girişte salonu ve sağ tarafında antrenör sol tarafında yönetim odası vardı. Her sezon sonu transfer  görüşmelerini unutamam. Yönetim odasının önüne o ünlü (hiç birinin arabası yoktu) futbolcular yürüyerek gelir, yönetim kapısı önünde bir kaç sandalye vardı, orada otururlar ve beşer-onar dakikalık aralıklarla içeri alınır ve imzalar atılırdı. Biz de futbolcularla birlikte yönetim odasının kapısında heyecanla bekleşirdik. Çok mavra hikayeler de yaşadık!

Trabzon’un o yıllarda çok sevilen en ünlüsü Deli Musa vardı. Deli Musa, filozofik bir deliydi, Sadi (Tekelioğlu) ve benim, Deli Musa’yla kulüp önündeki hatıralarımız bir roman boyutunu aşar. Deli Musa çok cins küfürler ederdi ve ettiği küfürler bir günde şehrin diline yayılır küfürleri dilden dile dolaşırdı. Deli Musa, dünya şampiyonu, Brezilya futbol takımı kadrosunu ezbere bilirdi, Didi, Garınca, Maydonoz diye başlar, sonra maç anlatımına girerdi. Ve sonra, Uzun Sokak’ta halkın önünü keser, bir yabancı filmden öğrendiği uzun repliği söylerdi: ‘Yedi Karakastın bütün polis arabalarına, San Daminiko’nun garbında stejin marja stelin sokakta, genç bir Amerikalı, sarışın mı esmer mi belli değil, hain ve canidir, köy kasaba ve şehirde nerede görürseniz Federal Polis Teşkilatına insanlık namına bildirmeniz menfaatiniz icabıdır, bendeniz, hepinizi .tünden .ken Deli Musa..’

Bir gün sezon sonu futbolcular yönetim odası önünde sıraya girmiş imza atmayı beklerken, birden Deli Musa da geldi ve transfer sırasına girdi. Ahmet Suat Özyazıcı (göründüğü gibi ciddi değildir, çok eğlenceli mavra bir adamdır, hatta şampiyonluk kutlamalarına katılmaz, kendi halinde, gider Kemeraltı’ndaki Nalburiye dükkanına kapanır, esnafla geyik çevirirdi) kapıyı açıp sıradaki futbolcuyu içeri alırken, Deli Musa ayağa kalktı…

Ahmet Suat: -hayırdır Musa, ne bekliyorsun, dedi..

Deli Musa: -İmzayı bekliyorum hocam, bir atsak da gitsem.

Ve, Deli Musa, pantolon paçasını dizlerine kadar sıyırdı, gösteri yapar gibi baldırına sert bir şaplak atarak, Ahmet Suat’a: -Hocam bu ayakların hakkını verin!’

Ahmet Suat güldü ve içeri girdi, ve son futbolcunun da imzası atıldıktan sonra, tekrar dışarı çıktı ve Deli Musa’ya seslendi:

-Hadi Musa, transfer imzası, başkan bekliyor, sıra sende….

Deli Musa, içeri girdi, nasıl bir geyik geçti, tahmin edebiliyoruz!

Sonra, Deli Musa, yönetim odasından çıkar çıkmaz, biraz önce imza atmış ünlü Trabzonlu futbolcular ciddiliklerini bozmadan ‘sen kaç liraya imza attın, valla ben bir milyondan aşağı atmazdım’.

Sonra, futbolcular arasında şöyle konuşmalar: ‘deliye bak, bizden çok para aldı!’, ‘Musa’ya bak, oğlum, bizim görüşme iki saniye sürmedi, başkan seni içerde bir saat tuttu, oğlum, pazarlık uzun mu sürdü?’

Trabzonspor Liverpool maçı tarihi bir maçtı. Liverpool’un efsanesi de Kevin Keegan. Bizim Dozer Cemil’in önünde oynuyordu ve o ünlü efsane bir kez bile ayağıyla topu tutamadı.

İkinci yarıydı, seyirci ünlü efsanesi Ali Kemal’in sahaya girmesini bekliyordu.

Derken, garip bir durum oldu.

Deli Musa, Ali Kemal’den önce davranıp kale arkasında ‘ısınmaya’ açma-germe hareketlerine başladı.

Seyirci, Deli Musa’nın ısındığını görünce, yeri göğü inletti, stadyum çılgınca Deli Musa tezahüratı yapıyor ve bir stad gülmekten yıkılıyor, tam o sıra..

Kevin Keegan ve Liverpool’lu topçular, kale arkasındaki hareketliliğe ve trübinlerin tepkisine doğru ‘ne oluyor lan burada’ der gibi bakışlarını unutamam. Deli Musa’nın kale arkasındaki deli deli hareketlerine misafir takımı anlam veremedi. Şok geçirmiş olmalılar. Profesyonel bir futbol maçında şehrin delisi ısınma hareketleri yapıyor ve stad tarihi maçı unutmuş Deli Musa’ya tempo tutuyor..

İlk şampiyonluğumuz yaklaştı ve İzmir Alsancak’ta şampiyonluk maçımız var. Cepte beş kuruş yok, ne yapacağız diye huysuzlaşıyoruz. Aklıma bir fikir geldi, Şamil Ekinci sessiz sakin geride duran çok sevilen bir başkandı. ‘Kalkın gidelim, lan, başkandan araba isteyelim’ dedik. Faroz’dan Üveys, Gülbahar’dan Aga Mesut, üç kişi, Şamil Ekinci’nin un fabrikasına gittik. Kapı önünde bekçi önümüzü kesti. ‘Biz, Trabzonspor taraftarıyız, başkanla görüşeceğiz’ dedik.

Kendimizi başkanın odasında bulduk, kimsiniz nesiniz hoşbeş demeden direk lafa girdim, başkanım, ‘bize otobüs lazım’… Şamil bey kılıksız halimizi şöyle bir süzüp, tek laf etmeden, telefonu kaldırdı.. (O yılların şöhretli otobüs firmasıydı:) Kamberoğlu’nu aradı.. ‘Bizim çocuklara, iki tane otobüs verin, İzmir’e kadar..’

Anında devreye girdim, ‘başkanım, İstanbul’da Galatasaray’la da kupa maçı’ var, der demez, telefon talimatını tamamladı: ‘oradan da İstanbul’a geçecekler, maçtan sonra da tekrar Trabzon’a dönecekler…’

Telefonu kapadı, tokalaştık ve fabrikanın dışına çıkınca sevinçten delirdik. Hemen mahalleye dönüp, iki otobüsü Trabzon mahalleleri arasında eşit bölüştürmek için plan yapmaya başladık. Gülbahar ve Faroz mahallesi bizden torpilli on-oniki kişi aldık, Bahçecik, Arafilboyu, Erdoğdu, vs. gibi gözde mahallelerden beşer-altışar diğer mahallelerden ikişer-üçer kişi kontenjan yaptık ve otobüsleri bugün alışveriş merkezi olmuş reji binası karşısı Atapark’ın önüne çektik.

80 tane fırlama, hiç kimsede beş kuruş yok, rezalet, kavga, dövüş ama festival gibi, En Büyük Taraftar hikayemde ayrıntılarıyla yazdım ama vandallıkları tek tek yazacak gücü olaydan yirmi yıl sonra dahi kendimde bulamadım. Üveysle Aga Mesut’u otobüsün en önüne kafile şefi olarak oturttuk ve yolculuk boyunca taksimi onlar yaptı, taksim dediğimiz, çalınan bira kasaları ve domates kasaları vs. (yağma malları) otobüse adaletli bölüştürmek. Yani hiç bir lokantaya ve otele para vermedik. Ya kavga ettik ya kaçtık ya otel önünde ‘şampiyon Trabzon’ deyip aklımızca hesabı boğuntuya getirdik. Tatsızlığı davul tezahürat ve kolbastı oynayıp bastırıp gargaraya getirip tatlıya bağlamaya çalıştık!

Ankara’dan Afyon’a girince beleş lokanta macerası bitti, her girdiğimiz lokantada niye hesap ödemiyorsun ulen diye efeler ellerine satırları alıp önümüzü kesti. Bir dağ lokantasında en fazla kaç kişi olur, 8-10 kişi, eee, biz seksen kişiyiz, bu vandallık öyküleri utanç verici ve uygun değildir ve ancak özel sohbetlerde anlatılabilir, bizi İzmir’e kadar bekleyen beş-on muharebe daha vardı!

Trabzon Kemeraltı’nda (çarşı) 150 metrelik bordo mavi bayrak yaptırmıştık, Alsancak stadına boydan boya gerdik ve İzmir’de askerlik yapan Trabzonsporlular’ın katılmasıyla en fazla üç yüz kişilik bir kalabalık oluşturduk. Ve alt trübinde üç-beş bin kişilik ve tempotik ve disiplinli tezahürat yapan Göztepe seyircisiyle uğraşmak mümkün değildi, donları indirdik, yukardan aşağı işeyip, Göztepe seyircisinin baskın tezahüratını susturduk!

Maç bitti, şampiyon olduk, stad kapısında, topluca sayko bir delilik yaşadık, ki, anlatılmaz, tam anlamıyla gerçeklikle bağımız koptu, uçuyoruz, birbirimizi saldırıyoruz duvarlara kafa atıyoruz, davulları patlatıyoruz, güya ‘oy Bulancak Bulancak’ oynuyoruz! Çok sonra sinemacılar bu hikayeyi benden istedi.. Onlara, çakallıkları vandallıkları her birini film olarak anlatmaya gücünüz yeter ama bu saykotik hali hiç bir film anlatamaz. Tam anlamıyla kitlesel bir ‘delilik nöbeti’, İstanbul’un .mına koduk, İstanbul’un .mına koduk… Üç yüz kişi, bir tür sara nöbeti gibi toplu deliliğin başımıza geleceğini hiç tahmin etmemiştik. Kendimizi durdurmak mümkün değil. Maçın bitimiyle hepimizin içine bir şey girdi, yüksek bir voltaj bir elektrik akımı, kollarımız bacaklarımız ayrı ayrı çırpınıyor, kolbastı bile bozuldu ve tezahürat bile ritmini kaybetti, başka tür manyaklık başka tür sesler çıkmaya başladı ve üç yüz adam Alsancak Stadı kapısında hüngür hüngür çırpına çırpına ağlıyoruz!

Uygunsuz çok şeyi atlayıp geçelim, Basmahane’de otele beş kuruş vermeden topluca kaçtık, Ecaabat’tan İstanbul’a kadar davul çaldık lokantalara beş kuruş vermedik. Uğradığımız her kasabada orada yaşayan Trabzonlular önümüzü kesti, topluca otobüsten iniyor, tezahürat davul kolbastı, tekrar yola revan…

Galatasaray kupa maçını kaybettik ve karşı trübinde Trabzonspor’un ünlü futbocusu ve arkadaşımız Serdar Bali’nin polisler tarafından feci şekilde dövüldüğü haberini aldık. Stad çıkışı, toplanıp polis ekiplerine saldırıya geçtik. Üç yüz Spartalı ellerde sopa kavga İstanbul trafiğini kapattık ve bitmeyen saatlerce sokak savaşı sonrası kendimizi Galata köprüsünde bulduk. Köprü üstünde Galatasaray forması flaması satan tezgahçılar vardı hepsine el koyduk.  Ve Trabzonspor bayraklarını bırakıp Galatasaray bayraklarını kuşandık. Kupa sevinciyle akın akın gelmekte olan Galatasaray taraftarları ellerimizde Galatasaray bayrakları görünce hiç çekinmeden içimize girdiler ve orada, Waterloo savaşı, birbirimizi girdik.

Bu vahşi sahneleri anlatmak kolay değil, bu denli ipini kopartmış vahşice toplu bir sokak kavgasını insan filmlerde görse utanır, ama böyleydi. Bir sevinci anlamak ve yaşamak, demek ki hepsinin evrim süreci varmış. Zaptedilmez vandal duyguların deliliğinden kurtulmak, demek ki, zaman alıyormuş. Demek ki sevinçler de zamanla sindiriliyormuş. İnsanlar gibi ülkelerin de coşkularını estetize edip makul ölçülerde yaşaması belki de ‘doygunlukla’ ‘tatmin’le ya da o süreçleri yaşamak denemekle ilgili..

Deplasmanlara gide gele kudurmuş sevincimizi dindirmek yıllarımızı aldı, biz, ne yapıyoruz, biz delirdik mi, diye düşünmeye başladığımda Trabzonspor üçüncü-dördüncü şampiyonluğa kadar gelmişti. Ve ben de artık Ankara’ya yerleşmiştim. Bir Ankargücü maçı olduğunu dahi unutmuşum. Bir gün eve geldim, cebimde beş kuruş yok, elde yok ayakta yok, bizimkiler taraftar otobüsünü evin kapısına çekmiş. Ve evin içinde yatacak yer kalmamış, yetmemiş, merdivenlere sızıp kalmış beş parasız çulsuz elli adam!

Merdivenlerde sızmış eski arkadaşlarımı görünce, hiç sevinemedim.

Kendimi sorgulayan…

Burada mıyım ben?

Bilmiyorum, ama uzun yılların açlığı yokluğu içime bir mesafe duygusu yerleşti.

Bu ‘deliliğin’ çıkışı yok!

En kudurmuş sevinçler bile ‘açlığı’ ‘yalnızlığı’ unutturamıyor artık!

Kendimi unutturmayalım.

Ben vahşi sokaktan çıkmalıyım..

Başka bir adam olmalıyım.

Bu çakallığın sonu yok!

Kimseyi aramayayım, kimseyle selamlaşmayayım, hayatımı başka bir boyuta taşımayalım..

Kendime öyle bir yemin ettim ki…

Çok çok sonra yazıları çok okunan Trabzon’un yetiştirdiği yazarlardan biri oldum, ancak, Trabzonspor üstüne, bir hikaye hariç, toplasan üç’ü geçmez, futbol üzerine hiç yazmadım, içinizde futbola en uzak duran yazar oldum!

Ve geçen yıllarda yine Afyon istikametinde bir dağ lokantasındayım, jandarma yolu kesmiş, çünkü, taraftarlar benzinliği soymuş ve lokantayı basmış..

Lokanta sahipleri çaresiz jandarmayla birlikte korkuyla bekleşiyor!

Hatırladım, aynı dağ lokantasından kırk beş yıl önce taraftar otobüsüyle geçmiş biz de aynı lokantayı talan etmiştik!

Lokanta sahibi kadın, beni ekranlardan yazarlığımdan tanıdı: -Aaa Nihat bey, hoş geldiniz, ne güzel sizin gibi aydın insanları aramızda görmek..

-Hayırdır, bu jandarma, bu telaş, burada bir olay mı oldu?

Dedim…

-Sorma Nihat bey, şampiyonluk mevsimi, taraftar otobüslerinden bıktık, jandarmayı çağırıyoruz o da baş edemiyor….

(‘teyzeceğim, kırk beş yıl önce ben de o otobüsün içindeydim ve burada hesap vermedik…)

Diyecektim ama diyemedim. Ve kendimi gençliğimi inkar edip aynen şöyle dedim:

-Ne ayıp şey, hesap vermemek!

Teyze: -Nihat Bey, herkes sizin gibi aydın okumuş değil, anaları fırlatıp salmış, çakal bunlar çakal!

Bugüne gelirsek, o saykotik deliliği iyi bilirim, maç bittiği anda, ilk defa şampiyonluk yaşayan gençlerin hepsinin gözüne anında katarakt inecek. Vücutlarından fırlayan elektriği kontrol edemeyecekler! Boşa dönen kasnak gibi iradeleri ellerinden çıkacak ve uçup kaçıp sanki ağır uyuşturucu komasına girmiş gibi bir müddet halüsiyonik nöbetler içinde başka boyutlara girecekler!

Ve, sonra, bir yirmi yıl, Trabzonspor’u köylü müteahhitler ele geçirmeye başlayınca futboldan çok soğudum.

Bugün, hangi takımı tutuyorsun, derseniz, en çok milli yerli oyuncu oynatan, takımı tutuyorum!

Ayrıca, takımıyla marka olmuş oyuncuları çok seviyorum, hatta Abdulkadir Ömür, Arda Gürel gibi genç yetenekler gözlerimi yaşartır!

Ve  çok korktum, bu büyük kitlesel heyecanların siyaseti ve ülkeyi karıştıranların elinde benzin bidonu işlevi gördüğüne şahit oldum. Mesela, Rize’de Fenerbahçe otobüsünü kurşunlayan Fetö’dür, bu komplü girişiminin türü bir Madımak bir Maraş Olayları’ndan farksızdır.

Yani bu yüzden sevinçlerimizi heyecanlarımızı o kadar da ele vermemek lazım o kadar da belli etmemek lazım…

Çünkü bizleri ülkemizi birbirimize düşürmek isteyenler işte bu saf ham olgunlaşmamış dizginleyemediğimiz HEYECANLARI karanlık odalarında profesyonelce tezgahlayıp kışkırtıp kullanıyorlar!

Peki, o yıllardan ne öğrendin, derseniz, kendini bir bok sanan, kibirli, böbürlenmiş, kasıntı, şekil, kendini efendi büyük sanan kim varsa, biz, Trabzonspor olarak, o milyonluk eşeklere karşı zafer kazanmış ŞAMPİYON olmuştuk, bundan büyük ‘gurur’ olamaz!

Bu kasıntı şekillere karşı zaman zaman sevinçlerimizi kontrol edemesek de bu ‘gurur’ bir yazar olarak bana ‘güven’ verdi, hani, feriştahını tanımam, derler ya…

Kasıntı, şekil, bilmiş, vs. birilerine karşı yerli bir irade göstermek, yenmek, dalga geçmek, galip gelmek, tarihin her döneminde insan evladının yaşadığı en büyük gurur ve sevinçlerdendir!

Yani spor ‘seyirlik, meşgale’ ‘eğlencelik’ bir oyun asla değildir, ne kadar sosyalleşsek de insan evladının en derinindeki kimlik ve giranit ego duygularını açığa çıkartır







FACEBOOK YORUM
Yorum

İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK DİĞER GÜNDEM Haberleri

YAZARLAR
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
SON YORUMLANANLAR
HABER ARŞİVİ
GAZETEMİZ

Web sitemize nasıl ulaştınız?


nöbetçi eczaneler
HABER ARA
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
YUKARI YUKARI